5 Eylül 2011 Pazartesi Posted by mindcrhyme | 08:28 - 0 yorum

Şikeci Fener

3 Temmuz'dan bu yana ülke gündeminin bir numaralı maddesi "şikeci Fener"dir. 

Ne bize 90'lı yılların ilk yarısını hatırlatan terör haberleri, ne küresel ekonomik kriz tehdidi bu denli gündeme oturmamıştır ve oturmayacaktır.

"Şikeci Fener", kısır yaz dönemlerinde transfer dedikodusu patlatıp tiraj artırmaya çabalayan gazetelerin bir numaralı can simidi olmuştur.

TVdekulağını karıştırıp Ahmet Çakar'a
bağırırken gördüm ben bu arkadaşı
"Şikeci Fener" sayesinde televizyonlarımız daha düne kadar kimsenin tanımadığı yepyeni figürleri üzerimize salmıştır. Özel olarak düzenlenen tartışma programları reyting rekorları kırmış, yaz dönemine "şikeci Fener" bereketi düşmüştür.

"Şikeci Fener" sosyal medyada infiale sebep olmuş, "şikeci Fener" tartışmalarına TV programlarında canhıraş biçimde katılan bir kısım haberci, ciddi twitter follower'larına kavuşmuştur. Facebook sayfalarında "şikeci Fener" yüzünden arkadaşlar birbirine girmiştir, canlar yanmıştır.

"Şikeci Fener", tek başına hükümete hedef saptırarak sessiz sedasız iş yapma şansını vermiş, medyaya ise her sene kurak ve de kesat geçen yaz döneminde can suyu olmuştur.

Ötekileştirme?


Peki ne oldu, nasıl oldu da Beşiktaş'ın, Trabzonspor'un ve ez cümle Süper Lig avanesinin karıştığı, iddianamesi bile olmayan bir soruşturma daha yargıya intikal etmeden sonuca bağlandı? Nasıl oldu da herkes Fener'in şikeci olduğuna hemfikir? Hepimiz bu anı mı bekliyorduk?

Girin internete, az geriye gidin, yüzlerce komplo teorisinden biri muhakkak size göredir. Yıldırım ve Adalı'nın iş bağlantılarından tutun cemaat - AKP hesaplaşmasına, Aziz Yıldırım'ı bitirme operasyonundan Fener'i geriye çekip Süper Lig'deki mali güçleri dengelemeye kadar her nabza göre bir teori bulunuyor. Hangisi kafanıza yatarsa artık.

Paris kızımızı sayfaya estetik amaçlı
eklemiş bulunuyorum
Ve fakat ama lakin işin gerçeği "zengin ve muktedir" olanın düşüşünün çok görkemli olmasıdır. Zor duruma düşen ünlülerin magazin sayfalarını kapladığı gibi, TV komedilerinin karikatürize "zengin" figürleri gibi, mizah dergilerinin şişman ve purolu fabrikatör tiplerine vurduğu gibi, Fener'in şikeci olması çok büyük bir toplumsal malzemedir.

Fener'in şikeci olması bu yüzden bu kadar kesin bir karardır toplumun yön vericileri nezninde. Çünkü şikeciyse o da "herkes" gibidir, yaralanabilir. Geçtiğimiz yıl yapılan naklen yayın ihalesinde ortaya çıkan bol sıfırlı dolarları Aziz Yıldırım'a borçlu olduğunu bilen medya, Yıldırım'ın olmadığı yerde aynı ligi çok daha düşük fiyata "kapatabilir." Satır aralarında kaybolan "Digiturk'un uğrayacağı zarardan ötürü yayın haklarının belli bir süreliğine uzatılması" konusu pek dillenmedi ama aynı Digiturk ihalenin ilk yılı zaten zarar etmemiş miydi? Sahi, bu ülkede dekoder satan sadece bir TV kuruluşu yok ki? Hazırlık maçı ve Avrupa Ligi maçı yayınlayarak o altyapının parası çıkmaz ki. Şimdilerde konuşulan "Fener'i şikeci ilan edelim ama düşürmeyelim" tezinin altında pazarlık gücü kırılmış Fenerbahçe'yi naklen yayın ihalesinde saf dışı etmek ajandası olamaz mı? Alın size bir komplo teorisi daha.

Fener şikeciyse "herkes" gibidir, iki başkanın yemek yedikten sonra kameralar karşısında "şampiyonluk bizim, kupa sizin" cıvıklığına çekilmiştir (http://tinyurl.com/3zybcw6) . "Gönlüm Trabzonspor'un şampiyonluğundan yana" diyen politikacıların tarafındadır. "Şampiyon Anadolu'dan çıksın" diyen hatırcı kulüp başkanlarıyla aynı masada oturabilir artık. Rakibini ecnebiye gammazlayanlar, kendilerini "şikeci Fener" taraftarlarıyla bir tutabilirler. Kendi amatör branşlarına kilit vuran kulüpler, "şikeci Fener" sayesinde zerre kadar sorumluluk duymaksızın yollarına devam edebilirler.

Fenerbahçe Türkiye'dir


"Şikeci Fener", Türkiye Cumhuriyeti'nin yakın siyasi ve toplumsal geçmişinin resmidir. Bir ötekileştirme, rakibini yakalamak yerine aşağı çekme, hukuksuzluk ve infial kolajıdır.

"Siz hala annenizin liginde mi oynuyorsunuz" diyerek 90'lar itibariyle "biz ve ötekiler" ayrımını başlatan kulübün, bugün ahlak dersi verircesine "ama siz de kendinizi diğer takımlardan hep ayrı tuttunuz canım" mealindeki serzenişi ironiktir. 1994'te Ali Şen'i başkanlığa çağıran Fener taraftarının hezeyanını, Ali Şen'in ve devamında Yıldırım'ın sürdürdüğü özgüven pompalamasının altında yatanları görmezden gelmek ve "Fener de kendini ötekileştirdi" demek düpedüz cehalettir, olmadı kasten gerçekleri saptırmaktır. Taraftarın 2000lerin ilk on yılına sığdırdığı beş Süper Lig şampiyonluğunu, amatör branşlardaki sayısız kupa ve madalyayı "anlayamamak" ise maharettir.

1996-2000 yılları arasındaki efsanevi Galatasaray futbol takımı ve başarıları olmasa belki bugün Fenerbahçe'nin ne stadından, ne gelirlerlerinden ne de her branşta Galatasaray'ı geride bırakma azminden bahsedemeyecektik. Rakibin ise size yetişmek yerine sizin içinde bulunduğunuz durumdan faydalanıp bir tekme de kendisinin savurması bu ülkenin gerçeğidir.

Hukuk ise bizim memlekette "kat'i" değil, "bakış açısı"na bağlıdır. Ta 1923'ten başlayarak İstiklal Mahkemeleri'ni, Menderes ve arkadaşlarının idamlarını, Denizlerin darağacında son bulan yolculuklarını, 80 sonrası sıkıyönetimleri, Ergenekon'u, Balyoz'u, Deniz Feneri'ni yalnızca ve yalnızca bakış açımıza göre değerlendiririz. Mustafa Balbay'ın 2009'dan beri, üstelik hakkında verilmiş bir yargı kararı yokken cezaevinde tutulmasına haklı olarak isyan eden bir bünye, taraftar gözlüğünü takar takmaz "Yıldırım cezaevindeyse mutlak vardır bir suçu, ateş olmayan yerden duman çıkmaz" diyecek kadar tahterevallinin öteki tarafına kolaylıkla geçebilir. Hukuk yoktur bizim buralarda, hangi tarafta durduğun realitesi vardır.

"Şikeci Fener" söylentilerinin çıktığı ilk günlerde Fener taraftarının genel kanısı "yapmışsak düşürsünler" iken geldiğimiz süreçte her tarafı ayrı oynayan sisteme karşı taraftarın infiali ise doğaldır. Sürekli tokat atılan, müstemleke valisi kılıklı UEFA'nın kucağına bırakılan bir topluluk elbet isyan edecek ve kendi "kurtuluş" savaşını verecektir. Dereağzı'ndan Anadolu'ya yola çıkan desteğin öyküleriyle büyümüş, tarihini içselleştirmiş bir nesilden bahsediyoruz sonuçta. Taraftarın kulübe bugünlerde verdiği destek ve sahip çıkma refleksi, önümüzdeki yılların "dünyanın en büyük kulübü" namzetini doğurmuştur, bu da biline.

Sonuç?

Fener şikeci midir? Olabilir. Ama öyle olsa bile Fenerbahçe artık durdurulamaz, önü alınamaz bir yola girmiştir. Bu yol "her zamankinden güçlü olma, herkese ve herşeye karşı birlik olma" yoludur. Bu yolun sonu her Fenerbahçeli için aydınlıktır.









24 Kasım 2010 Çarşamba Posted by mindcrhyme | 10:42 - 0 yorum

Biz ne yapıyoruz?

Dram, komedi, hayırlı kısmet...  
Hipnotize bir biçimde televizyon ekranına bakmaktan kendimi alamıyorum. Bayram tatili boyunca hastalığın yatağa hapsetmesiyle başlayan televizyon maratonunda ipten kazıktan kurtulmuş olmanın hezeyanı var bünyede. Uzun zamandır gündüz vakti takılıp kalmamışım nam-ı diğer beyaz cama. Koca koca insanlar vur patlasın çal oynasın şeklinde kısmet arıyor milyonların gözü önünde. Talibi çıkan aday, talibiyle stüdyoda çay içiyor. Kız istemeler, stüdyo nikahları... Vay ki vay, o kafa bambaşka bir kafa. Öte tarafta sabahtan akşama Tamer Karadağlı ve Çocuklar Duymasın familyası arz-ı endam eylemekte. Kaç tekrarda sıkılır bünye sizden? Senelerdir oradasınız, Cosbyler'den devraldığınız bayrağı gururla taşımaktasınız. Lakin Amerikalı'nın ailesi insaflı, 25 dakika sürüyor yalnızca. Bizim beyaz Cosbyler ise 2 saat yanılmıyorsam.

baba fena taş attı kuyuya!
Bizim mahallede ise Beşiktaş tribünleri "yeter Demirören yeter" tezahuratına ısınıyor. Demirören'in geçen yıl başına musallat olan taraftarı iki transferle teknik direktörün üzerine salacağını bu blogda yazdım aylar evvel. Galatasaray taraftarı ise "yahu Rijkaard'ı yolladık ama aynı tas aynı hamam" derdinde, kafayı yönetimle bozmuş durumda. Fenerbahçe cenahında Kocaman'ın sağı solu belli olmayan takımı spor yazarlarını, Baroni, Santos ve Bilica ise taraftarı sinirlendiriyor. Trabzonpor haftalar sonra gelen puan kaybına mı üzülsün, Engin Baytar'ın hocasına racon kesmesine mi bilemiyor. Bursa'da genç topçularla Ertuğrul Sağlam tartışılıyor, Schuster kaybettiği takımları 60'ların futbolunu oynamakla suçluyor, milli takım Hollanda'ya kaybederek "şerefli mağlubiyetler" dönemine selam çakıyor... Melih Gümüşbıçak Allen Iverson'ı gazlamak isterken "the answer" lakabını "dı ensvır" diye telaffuz ediyor canlı yayında. Gezegenin en popüler spor figürlerinden birini, hem de en sevdiğim spor yazarı "maskot transfer" diye yorumluyor. Beşiktaş taraftarı Iverson'ı, Marko Tomas'ı, Ömer Onan'ı, Roko Ukic'i, o gün olağanüstü oynayan Likholitov'u alkışlayacağına tüm maç ana-bacı-kardeş dümdüz gidiyor. Futbolcu ve teknik direktörler ek iş olarak futbolcu pazarlıyor. Ömer Güvenç hala uluslararası spor adamlarını dumura uğratacak sorular soruyor, ki bence gıdım yabancı dil bilmeden bunu yapabilmek asıl ustalıktır. Birsu'yu izleyeceğim diye Maraton'a takılıp kalıyorum, Markus Merk bile sevimli gözüküyor etrafta Birsu olunca. Türk televizyonculuğu ise maç görüntüsü yayınlamadan spor programı yapma konusunda rekora koşuyor. İsmail Abi, Fatih Tekke'nin cuma namazı yüzünden kadro dışı kaldığını yazıyor, langırt masası ülke gündemine bomba gibi düşüyor...

meksika futbolunun ilahı!
Duvarındaki Rıdvan posterine bakarak uyuyan 11 yaşındaki çocuğu kıskanıyorum içten içe. Mahalle maçında, asfaltta Hugo Sanchez taklası atmaya çalışan o veledin dünyasında futbol sihirdi. Hüsnü Çakırgil, Erman Kunter parke efsaneleriydi ve Karşıyaka'da herkes basketbol konuşurdu...Babam beni her maça götürebiliyordu çünkü biletler ucuzdu. Fenerbahçe İzmir'e geldiğinde olay olurdu ve Mustafa Denizli'nin jübile yaptığı gün, sırf hasta Fenerbahçeli babam Büyük Mustafa'nın elini sıkabilsin diye, Fuar'da imza dağıttığı standın önünde saatlerce beklemişliğimiz vardı şimdinin Maraton yorumcusunu...

Ben ofise dönüyorum tatilden sonra. Televizyon kapalı, önümde yalnızca yetişmesi gereken iş yığını... Ses kesiliyor, benim gerçeğim beni daha fazla enterese ediyor şimdi. Ödenmesi gereken kira, kredi kartı ekstreleri, faturalar ve yetişmesi gereken reklam kampanyaları memleketim sporunu takip etmekten daha cazip geliyor. Endüstriyel mendüstriyel, ben küçükken de para kazanırdı topçular, şimdi de kazanıyorlar. Onlar değişmedi sanki de, çok kanallı dünya mı değişti?

12 Ekim 2010 Salı Posted by mindcrhyme | 12:08 - 0 yorum

mixed tape

Araya giren iştir güçtür sebebiyle ara vermiştim yazmaya. Olur ha bekleyen vardır, bir iki kelam etmek gerek geçmişe dönük...

yılın adamı!
evvelden hakkında atıp tuttuğum
 herşey için özür dilerim!
12 Eylül 2010 gecesi basketbol tarihini yeniden yazdık. Turnuva öncesi takımdan zerre kadar ümidi olmayan ben, 11 Eylül'de Sırbistan'ı yendiğimizde ciddi anlamda öforiye kapıldım. Öyle çok bağırmışım ki ses kalmadı ertesi güne... Amerika karşılaşmasını ise keyifle izledim, içimden "orada olmak vardı anasını satayım" diyerek. Evvelinde hakkında ileri geri atıp tuttuğum "huysuz ihtiyar" Tanjevic'in yarattığı takımın önünde saygıyla eğilme vaktidir şimdi.  Öte yandan turnuva sonrası millilere dağıtılan prim konusuna takmayın kafanızı. Bizim memlekette basın böyle işler. Kimin kaç para aldığı, sporu sevdirmekten çok sansasyon arayan basınımızın en çok sevdiği konulardandır. Zaten hiçbiri bünyesinde adam gibi basketbol yazarı istihdam etmediğinden, mevcut basketbol yazarları ise seslerini futbol ulemaları arasından duyuramadığından bu tip konular anında abartılır. Sanki her turnuvada kürsüye çıkmayı beceren milli takımlarımız var da, keyfini yaşamak yerine ucuz popülizmden medet umuyor basınımız. Öte yandan aradan geçen bir aylık süreden sonra ülke gündeminde basketbolun b'si yok, farkındasınızdır. Türkiye Kupası grup maçları oynanıyor, lakin necip basınımızda kupaya ayrılan yer 2 sütuna 10 santim. Spor basınıymış, peh! Kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin istedikleri gibi at oynattığı yerlerdir gazetelerin spor (futbol) servisleri... İşlerini kaybetmemek için koşulsuz biat ederek yontulur kalemler. Velhasıl bir kısım "iyi adam"ı kenarda tutarak okumalı bu yazdıklarımı. Fakat bilir misiniz ki Koca koca gazetelerin spor bölümlerinde yabancı basından çevirileri çoğu zaman gazetenin dış haberler servisi halleder? Kalifiye adam barındıramazlar, çünkü kalifiye adam söz dinlemez... Neyse, uzar bu muhabbet.

mesut vs. hayko cepkin! bobiler sağolsun!
Almanya karşısındaki milli takımın içler acısı hali giyotine Hiddink ve yaverlerini taşıdı bu hafta. Stoke City'de kadroya giremeyen adamı sahaya sürüp, Real Madrid'in pahalı transferini durdurmak üzere yağmur duasına çıkmıştık oysa ki. Tutmadı dua, biz de çok kızdık. Ardından Azerbaycan'a da kaybedince tamamen sinire kesildik. Rasyonellikten öte hezeyanla var olan bir milletiz sonuçta. Çok da kafaya takmamak lazım. İlk kez başımıza gelmiyor bunlar ve belli ki, mevcut yönetim zihniyetimizle de daha çok yaşayacağız böyle dramları.

"Yavrucum" Toroğlu ile "konuşursam nooolur" Çakar'ın canlı yayında racon kesmelerine şaşıran olmuş mudur, bilmiyorum. Bu işten en karlı çıkan, sezon başı çuvalla parayı bu orta oyununu yaratmak için döken Kanaltürk yönetimi oldu, orası kesin tabi.

En ağır mevzu en sona kaldı. Vatan'da 3 Ekim 2010 tarihinde yayınlanan bir haber, spor (futbol) basınımızın utanması gereken şu sözleri içeriyordu;

"G.SARAY’DA sadece futbolcuların değil, teknik heyetin de hâl ve tavırları tutarlılık göstermiyor. Örneğin Frank Rijkaard.. Önceki gün babası Herman Rijkaard’ın ölüm haberiyle sarsılan başarılı teknik adam, apar topar ülkesi Hollanda’ya gitti. Ancak Frank Rijkaard’ın, babasının 8 Ekim’de düzenlenecek cenaze töreni için daha şimdiden Hollanda’nın yolunu tutması, G.Saray’da bir ‘düzensizlik’ yaşandığının adeta belgesi oldu."


Vatan'ın spor müdürü İbrahim Abi (Seten) bu metni okudu mu, bilmiyorum. Nereden baksanız insanlıkla, vicdanla bağdaşmayacak ifadeler bunlar. Bırakın Rijkaard'ı, bir insanın babasının ölümü acıdır, acıtır... Bu satırların yazarına, eğer inancı varsa, tanrısından kalp gözünü açmasını dilerim sadece... 

6 Eylül 2010 Pazartesi Posted by mindcrhyme | 17:03 - 0 yorum

2012'ye ne kaldı şurada?

nike reklamında şahane resim vermiş hoca!
 "üç değişim hakkımız var. Taktiksel değişimler yapabiliyor, kenardan bağırmayı seviyoruz, ama metrelerce ötedeki oyuncular bunu duyuyor mu tartışılabilir. Başarı için oyunculara bağımlıyız, teknik adamların rolünü çok abartmayalım"


Bunları söyleyen adam Guss Hiddink. Bu aralar basketbol takımının fena halde gölgesinde kalan milli futbol takımımızı emanet ettiğimiz "kurt hoca". Sözlerine tersten bakarsak şunu demeye getiriyor aslında; "elimdeki malzeme malumunuz, o yüzden çuvallarsak suç benim değil, memlekette yetişen oyuncularda."


O zaman insanın aklına ister istemez "hani Hiddink devrimci teknik adamdı" sorusu geliyor. Öyle ya, G.Kore'nin, Avustralya'nın makus talihini değiştirmiş bir adamdan bahsediyoruz. Velhasıl, bahsi geçen ülkeler için başarı çıtası yalnızca uluslararası turnuvalara katılmakken bizim beklentimiz epey farklı. Son 14 yılda üç Avrupa Şampiyonası, bir de Dünya Kupası serüveni yaşayan bizler, Euro 96 hariç katıldığımız üç turnuvanın da tozunu atıp geldik. Federasyon başkanımızın ve teknik direktörümüzün hedef diye önümüze koyduğu "her turnuvaya istikrarlı bir şekilde katılalım" mevzuu bizi keser mi?


iddialı konuşmayı pek sevmiyor Başkan.
Kesmez elbette! Hele 2008 Avrupa Şampiyonası'nı yaşadıktan sonra, katıldığımız ilk turnuvada finalden aşağısı kurtarmaz! Mustafa Denizli UEFA fatihi Galatasaray'dan tertip kadroyla çeyrek final gördü o turnuvada. Fatih Terim ise neredeyse sakatlar ordusu kıvamındaki takımı ilk dörde sokmayı başardı. Lakin federasyonun açıklamalarını kerteriz alırsak Hiddink'i başarılı saymak için yalnızca turnuvaya katılmış olmak yetecek. Hiddink'e bakarsanız O da üç aşağı beş yukarı aynı yönde konuşuyor. Hatta elindeki oyuncu kalitesine atıfta bulunarak sanki biraz da yolunu yapıyor.


Birinin federasyona ve milli takım teknik direktörüne bizim G. Kore yahut Avustralya olmadığımızı anlatması lazım. Bizi akıl - mantık - istikrar gibi hadiseler paklamaz. Çek'leri 15 dakikada 2-0'dan nasıl yendiğimizi, maçın son dakikalarında kalede oynayan Tuncay'ı, uzatmanın uzatmasında, ta 122'de Semih'in Hırvat'ları avlamasını gözlerinizin önüne getirin, sonra bir daha düşünün.


Biri çıkıp bize "2012'de kupayı kaldırmaya gidiyoruz" desin yahu! 

29 Ağustos 2010 Pazar Posted by mindcrhyme | 16:11 - 0 yorum

Kocaman devrim.

U17'den beri yıldız

Manisa karşılaşmasından sonra LigTV'de Okan'ı izliyorum... Heyecandan kekeleyen, gülümsemesini gizleyemeyen, Mardinli Alkan ailesinin 18 yaşındaki oğlu Okan... Gökhan Gönül'ün yokluğunda aldığı formayı hak ettiğini cümle aleme ispat etmenin mutluluğu yüzüne kazınmış genç oyuncunun. O gülümsüyor, ben gülümsüyorum, hatta Twitter'ından okuduğumuz kadarıyla Alex gülümsüyor. Maçtan sonra kendisini internetten takip edenler için şu mesajı yolluyor kaptan, "Mutluyum!! Cunku 6 senedir ilk defa altyapidan gelisen bir genc gercek bir sans bularak kariyerine basladi."

"Kocaman'ın devrimi başladı" diye düşünmek istiyor insan. Santos'un yerine başlayan Caner'i yadırgayanınız oldu mu? Artık önümüzdeki zaman, ruhlarını Euro karşılığında kiralayan hayaletlerden ve yeteneksizlerden arınma zamanıdır. Manisa önünde Isaac'i kovalayamayan adamların yerine Dereağzı'ndan çocuklar yerleştirmek, Kocaman'ın bundan sonraki hamlesi olmalıdır. 

Biz taraftar olarak o çocuklara gereken sabrı gösteririz. En nihayetinde savunmacı diye Wagenhaus'ları, forvet diye Güiza'ları, orta saha oyuncusu diye Josico'ları, hoca diye Lorant'ları görmüş bir nesiliz biz. Kendi çocuklarımızı kucaklarız keyifle!


26 Ağustos 2010 Perşembe Posted by mindcrhyme | 15:35 - 2 yorum

Goodbye blue sky, goodbye.

Toplam dört maçta Fenerbahçe futbol takımının Avrupa macerası sona erdi.
Sürpriz mi oldu? Aslında hayır.
Ne kadrosu böyle bir yarışa hazırdı, ne de hazır olmak için bir çabası vardı camianın.
Sezon başı yaşanan teknik direktör krizi, akabinde geciken ve yapılamayan transferler zemini hazırlamıştı zira.
Şimdi herkes Fenerbahçe'nin saha içi kurgusundan, presten, alan daraltmadan, Aykut Kocaman'dan, Alex'ten konuşacak.
Lakin zaman hiç konuşulmayanı bağırmak vaktidir.
Fenerbahçe futbol takımının malzemecisinden sol açığına gözünüzün önüne getirin.
Avrupa'nın dev kulüplerini geçtim, büyük liglerin başaltı takımlarından herhangi biri talip oldu mu kadrodaki herhangi bir oyuncuya?
Yıldırım'ın bize ilk hediyesi, Yaw Preko.
En son Vietnam Ligi'nde görüldü.
Selçuk'u Newcastle bonservis bedeli ödeyerek alır mı?
Villareal gelip birkaç milyon Euro önerir mi Baroni'ye?
Aziz Yıldırım'ın Mehmet Topuz'a ödediği parayı Wolfsburg Yıldırım'a verir mi?
Son iki sezonda İtalyan'larla flört eden bir Lugano var, kimseden Fenerbahçe'den aldığı parayı bulamadığı için kürkçü dükkanına dönüyor.
Emre'yi yeniden isterler mi Premier League'den? Alex buradan çıkıp İtalya'da oynayabilir mi? Niang daha iyi bir emekli ikramiyesi yakalayabilir miydi? Chelsea'nin istemediği Stoch'la mı Chelsea seviyesinde top oynayacaksınız? 
Eskilerden Tuncay Mancheter United diye çıktı yola, o da Stoke'ta kümede kalmaya oynuyor. Bir evvelki takımı düşmüştü hatırlarsınız.
Bu kadro ikinci sınıf futbolculardan kuruludur.
Bu yönetim, ikinci sınıf futbolculara ömürlerinde asla kazanamayacakları paralar ödemektedir. 
Bu yönetim bunu yıllardır yapmaktadır.
Aziz Yıldırım yönetimi, yalnızca iki oyuncudan para kazanmıştır.
Biri, Toshack'ın sayesinde Real'e aparılan Baliç,
diğeri de Ali Şen'in aldığı Jay Jay Okocha.
Bir daha da piyasa değeri yükselen bir tek oyuncu adım atmamıştır Şükrü Saraçoğlu Stadı'na.
Yarın öbür gün yalnızca Gökhan Gönül'ü ve belki Volkan'ı görürüz yurt dışında oynarken.
Onlara da bonservis bedeli ödemez kimse.
...
Aziz Yıldırım 4 kez şampiyonluk gördü yönetimi boyunca. Lakin Türkiye Kupası'nda alay konusu oldu.
Bir kez, o da sonradan kovduğu Zico'nun takımıyla Şampiyonlar Ligi çeyrek finalini yaşadı.
12 yıldır tek adam.
Başka?
12 yılda 11 teknik direktör kovdu.
Transfere yüz milyonlarca Euro döktü.
Yönetimde birlikte çalıştığı insanlarla ters düştü, basınla ters düştü, ligdeki diğer takımların tamamıyla ters düştü.
Bu güne dek yaptıklarını inkar edecek değilim, en azından evime giderken her gün o muhteşem stadın önünden geçiyorum.
Ama bu demek değildir ki Yıldırım'dan başka kimse bu bayındırlık hamlelerini yapmayacaktı.
Müteahhitlik damarı kuvvetli bir yönetici mutlaka ortaya çıkardı; ama iki sene önce, ama üç sene geç.
Stad yapılırdı yapılmasına da, futbolda sokağa atılan 12 sene geri gelmez.
hala ezbere saydığım 1988-89 kadrosu.
32 yaşındayım ve 6 şampiyonluk gördüm ben. Son on yıldaki devasa gelirlere, muhteşem stada, akıl mantıkla açıklanmayan taraftar desteğine rağmen...
Karşıyaka Anadolu'dan sınıf arkadaşım, kadim Galatasaraylı dostum Barış ise 1989'dan bu yana bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finali, bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finali, dokuz lig şampiyonluğu, altı tane de Türkiye Kupası sevinci yaşamış.

Ortada Fenerbahçe adına bir başarısızlık varsa, ki var, kovulan 11 teknik direktörden başka bu başarısızlığı sahiplenecek insan yok mu kulüpte?


Gerçekten, yok mu?

25 Ağustos 2010 Çarşamba Posted by mindcrhyme | 05:04 - 0 yorum

Budur bizim standardımız.

Basketbol Federasyonu Başkanı Demirel, ''Bizim yapacağımız açılış töreni bundan sonraki açılışlar için yeni bir standart getirecek.'' dedi.
Ne için söyledi bunu?
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'nı düzenliyoruz ya, onun için.
Törende kim var?
Müslüm Gürses.
......
Daha fazla bir şey yazmaya gerek var mı?
18 yıldır Türk basketbolunu yöneten kafanın ''evrensel standardı'' Müslüm Gürses'tir.
Bu spor bu ülkede ''arabesk'' bir kafaya emanettir.
Türkiye'den çıkma arabesk, bizim topraklar haricinde bir de Arap illerinde çok dinlenir.
İbrahim Tatlıses'e, Sibel Can'a filan İran'da, Irak'ta Michael Jackson, Madonna muamelesi yaparlar misal.
Bizim ''basketbol kafası'' da anca Şark'ta muteberdir.


Nokta.