24 Kasım 2010 Çarşamba Posted by mindcrhyme | 10:42 - 0 yorum

Biz ne yapıyoruz?

Dram, komedi, hayırlı kısmet...  
Hipnotize bir biçimde televizyon ekranına bakmaktan kendimi alamıyorum. Bayram tatili boyunca hastalığın yatağa hapsetmesiyle başlayan televizyon maratonunda ipten kazıktan kurtulmuş olmanın hezeyanı var bünyede. Uzun zamandır gündüz vakti takılıp kalmamışım nam-ı diğer beyaz cama. Koca koca insanlar vur patlasın çal oynasın şeklinde kısmet arıyor milyonların gözü önünde. Talibi çıkan aday, talibiyle stüdyoda çay içiyor. Kız istemeler, stüdyo nikahları... Vay ki vay, o kafa bambaşka bir kafa. Öte tarafta sabahtan akşama Tamer Karadağlı ve Çocuklar Duymasın familyası arz-ı endam eylemekte. Kaç tekrarda sıkılır bünye sizden? Senelerdir oradasınız, Cosbyler'den devraldığınız bayrağı gururla taşımaktasınız. Lakin Amerikalı'nın ailesi insaflı, 25 dakika sürüyor yalnızca. Bizim beyaz Cosbyler ise 2 saat yanılmıyorsam.

baba fena taş attı kuyuya!
Bizim mahallede ise Beşiktaş tribünleri "yeter Demirören yeter" tezahuratına ısınıyor. Demirören'in geçen yıl başına musallat olan taraftarı iki transferle teknik direktörün üzerine salacağını bu blogda yazdım aylar evvel. Galatasaray taraftarı ise "yahu Rijkaard'ı yolladık ama aynı tas aynı hamam" derdinde, kafayı yönetimle bozmuş durumda. Fenerbahçe cenahında Kocaman'ın sağı solu belli olmayan takımı spor yazarlarını, Baroni, Santos ve Bilica ise taraftarı sinirlendiriyor. Trabzonpor haftalar sonra gelen puan kaybına mı üzülsün, Engin Baytar'ın hocasına racon kesmesine mi bilemiyor. Bursa'da genç topçularla Ertuğrul Sağlam tartışılıyor, Schuster kaybettiği takımları 60'ların futbolunu oynamakla suçluyor, milli takım Hollanda'ya kaybederek "şerefli mağlubiyetler" dönemine selam çakıyor... Melih Gümüşbıçak Allen Iverson'ı gazlamak isterken "the answer" lakabını "dı ensvır" diye telaffuz ediyor canlı yayında. Gezegenin en popüler spor figürlerinden birini, hem de en sevdiğim spor yazarı "maskot transfer" diye yorumluyor. Beşiktaş taraftarı Iverson'ı, Marko Tomas'ı, Ömer Onan'ı, Roko Ukic'i, o gün olağanüstü oynayan Likholitov'u alkışlayacağına tüm maç ana-bacı-kardeş dümdüz gidiyor. Futbolcu ve teknik direktörler ek iş olarak futbolcu pazarlıyor. Ömer Güvenç hala uluslararası spor adamlarını dumura uğratacak sorular soruyor, ki bence gıdım yabancı dil bilmeden bunu yapabilmek asıl ustalıktır. Birsu'yu izleyeceğim diye Maraton'a takılıp kalıyorum, Markus Merk bile sevimli gözüküyor etrafta Birsu olunca. Türk televizyonculuğu ise maç görüntüsü yayınlamadan spor programı yapma konusunda rekora koşuyor. İsmail Abi, Fatih Tekke'nin cuma namazı yüzünden kadro dışı kaldığını yazıyor, langırt masası ülke gündemine bomba gibi düşüyor...

meksika futbolunun ilahı!
Duvarındaki Rıdvan posterine bakarak uyuyan 11 yaşındaki çocuğu kıskanıyorum içten içe. Mahalle maçında, asfaltta Hugo Sanchez taklası atmaya çalışan o veledin dünyasında futbol sihirdi. Hüsnü Çakırgil, Erman Kunter parke efsaneleriydi ve Karşıyaka'da herkes basketbol konuşurdu...Babam beni her maça götürebiliyordu çünkü biletler ucuzdu. Fenerbahçe İzmir'e geldiğinde olay olurdu ve Mustafa Denizli'nin jübile yaptığı gün, sırf hasta Fenerbahçeli babam Büyük Mustafa'nın elini sıkabilsin diye, Fuar'da imza dağıttığı standın önünde saatlerce beklemişliğimiz vardı şimdinin Maraton yorumcusunu...

Ben ofise dönüyorum tatilden sonra. Televizyon kapalı, önümde yalnızca yetişmesi gereken iş yığını... Ses kesiliyor, benim gerçeğim beni daha fazla enterese ediyor şimdi. Ödenmesi gereken kira, kredi kartı ekstreleri, faturalar ve yetişmesi gereken reklam kampanyaları memleketim sporunu takip etmekten daha cazip geliyor. Endüstriyel mendüstriyel, ben küçükken de para kazanırdı topçular, şimdi de kazanıyorlar. Onlar değişmedi sanki de, çok kanallı dünya mı değişti?

12 Ekim 2010 Salı Posted by mindcrhyme | 12:08 - 0 yorum

mixed tape

Araya giren iştir güçtür sebebiyle ara vermiştim yazmaya. Olur ha bekleyen vardır, bir iki kelam etmek gerek geçmişe dönük...

yılın adamı!
evvelden hakkında atıp tuttuğum
 herşey için özür dilerim!
12 Eylül 2010 gecesi basketbol tarihini yeniden yazdık. Turnuva öncesi takımdan zerre kadar ümidi olmayan ben, 11 Eylül'de Sırbistan'ı yendiğimizde ciddi anlamda öforiye kapıldım. Öyle çok bağırmışım ki ses kalmadı ertesi güne... Amerika karşılaşmasını ise keyifle izledim, içimden "orada olmak vardı anasını satayım" diyerek. Evvelinde hakkında ileri geri atıp tuttuğum "huysuz ihtiyar" Tanjevic'in yarattığı takımın önünde saygıyla eğilme vaktidir şimdi.  Öte yandan turnuva sonrası millilere dağıtılan prim konusuna takmayın kafanızı. Bizim memlekette basın böyle işler. Kimin kaç para aldığı, sporu sevdirmekten çok sansasyon arayan basınımızın en çok sevdiği konulardandır. Zaten hiçbiri bünyesinde adam gibi basketbol yazarı istihdam etmediğinden, mevcut basketbol yazarları ise seslerini futbol ulemaları arasından duyuramadığından bu tip konular anında abartılır. Sanki her turnuvada kürsüye çıkmayı beceren milli takımlarımız var da, keyfini yaşamak yerine ucuz popülizmden medet umuyor basınımız. Öte yandan aradan geçen bir aylık süreden sonra ülke gündeminde basketbolun b'si yok, farkındasınızdır. Türkiye Kupası grup maçları oynanıyor, lakin necip basınımızda kupaya ayrılan yer 2 sütuna 10 santim. Spor basınıymış, peh! Kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin istedikleri gibi at oynattığı yerlerdir gazetelerin spor (futbol) servisleri... İşlerini kaybetmemek için koşulsuz biat ederek yontulur kalemler. Velhasıl bir kısım "iyi adam"ı kenarda tutarak okumalı bu yazdıklarımı. Fakat bilir misiniz ki Koca koca gazetelerin spor bölümlerinde yabancı basından çevirileri çoğu zaman gazetenin dış haberler servisi halleder? Kalifiye adam barındıramazlar, çünkü kalifiye adam söz dinlemez... Neyse, uzar bu muhabbet.

mesut vs. hayko cepkin! bobiler sağolsun!
Almanya karşısındaki milli takımın içler acısı hali giyotine Hiddink ve yaverlerini taşıdı bu hafta. Stoke City'de kadroya giremeyen adamı sahaya sürüp, Real Madrid'in pahalı transferini durdurmak üzere yağmur duasına çıkmıştık oysa ki. Tutmadı dua, biz de çok kızdık. Ardından Azerbaycan'a da kaybedince tamamen sinire kesildik. Rasyonellikten öte hezeyanla var olan bir milletiz sonuçta. Çok da kafaya takmamak lazım. İlk kez başımıza gelmiyor bunlar ve belli ki, mevcut yönetim zihniyetimizle de daha çok yaşayacağız böyle dramları.

"Yavrucum" Toroğlu ile "konuşursam nooolur" Çakar'ın canlı yayında racon kesmelerine şaşıran olmuş mudur, bilmiyorum. Bu işten en karlı çıkan, sezon başı çuvalla parayı bu orta oyununu yaratmak için döken Kanaltürk yönetimi oldu, orası kesin tabi.

En ağır mevzu en sona kaldı. Vatan'da 3 Ekim 2010 tarihinde yayınlanan bir haber, spor (futbol) basınımızın utanması gereken şu sözleri içeriyordu;

"G.SARAY’DA sadece futbolcuların değil, teknik heyetin de hâl ve tavırları tutarlılık göstermiyor. Örneğin Frank Rijkaard.. Önceki gün babası Herman Rijkaard’ın ölüm haberiyle sarsılan başarılı teknik adam, apar topar ülkesi Hollanda’ya gitti. Ancak Frank Rijkaard’ın, babasının 8 Ekim’de düzenlenecek cenaze töreni için daha şimdiden Hollanda’nın yolunu tutması, G.Saray’da bir ‘düzensizlik’ yaşandığının adeta belgesi oldu."


Vatan'ın spor müdürü İbrahim Abi (Seten) bu metni okudu mu, bilmiyorum. Nereden baksanız insanlıkla, vicdanla bağdaşmayacak ifadeler bunlar. Bırakın Rijkaard'ı, bir insanın babasının ölümü acıdır, acıtır... Bu satırların yazarına, eğer inancı varsa, tanrısından kalp gözünü açmasını dilerim sadece... 

6 Eylül 2010 Pazartesi Posted by mindcrhyme | 17:03 - 0 yorum

2012'ye ne kaldı şurada?

nike reklamında şahane resim vermiş hoca!
 "üç değişim hakkımız var. Taktiksel değişimler yapabiliyor, kenardan bağırmayı seviyoruz, ama metrelerce ötedeki oyuncular bunu duyuyor mu tartışılabilir. Başarı için oyunculara bağımlıyız, teknik adamların rolünü çok abartmayalım"


Bunları söyleyen adam Guss Hiddink. Bu aralar basketbol takımının fena halde gölgesinde kalan milli futbol takımımızı emanet ettiğimiz "kurt hoca". Sözlerine tersten bakarsak şunu demeye getiriyor aslında; "elimdeki malzeme malumunuz, o yüzden çuvallarsak suç benim değil, memlekette yetişen oyuncularda."


O zaman insanın aklına ister istemez "hani Hiddink devrimci teknik adamdı" sorusu geliyor. Öyle ya, G.Kore'nin, Avustralya'nın makus talihini değiştirmiş bir adamdan bahsediyoruz. Velhasıl, bahsi geçen ülkeler için başarı çıtası yalnızca uluslararası turnuvalara katılmakken bizim beklentimiz epey farklı. Son 14 yılda üç Avrupa Şampiyonası, bir de Dünya Kupası serüveni yaşayan bizler, Euro 96 hariç katıldığımız üç turnuvanın da tozunu atıp geldik. Federasyon başkanımızın ve teknik direktörümüzün hedef diye önümüze koyduğu "her turnuvaya istikrarlı bir şekilde katılalım" mevzuu bizi keser mi?


iddialı konuşmayı pek sevmiyor Başkan.
Kesmez elbette! Hele 2008 Avrupa Şampiyonası'nı yaşadıktan sonra, katıldığımız ilk turnuvada finalden aşağısı kurtarmaz! Mustafa Denizli UEFA fatihi Galatasaray'dan tertip kadroyla çeyrek final gördü o turnuvada. Fatih Terim ise neredeyse sakatlar ordusu kıvamındaki takımı ilk dörde sokmayı başardı. Lakin federasyonun açıklamalarını kerteriz alırsak Hiddink'i başarılı saymak için yalnızca turnuvaya katılmış olmak yetecek. Hiddink'e bakarsanız O da üç aşağı beş yukarı aynı yönde konuşuyor. Hatta elindeki oyuncu kalitesine atıfta bulunarak sanki biraz da yolunu yapıyor.


Birinin federasyona ve milli takım teknik direktörüne bizim G. Kore yahut Avustralya olmadığımızı anlatması lazım. Bizi akıl - mantık - istikrar gibi hadiseler paklamaz. Çek'leri 15 dakikada 2-0'dan nasıl yendiğimizi, maçın son dakikalarında kalede oynayan Tuncay'ı, uzatmanın uzatmasında, ta 122'de Semih'in Hırvat'ları avlamasını gözlerinizin önüne getirin, sonra bir daha düşünün.


Biri çıkıp bize "2012'de kupayı kaldırmaya gidiyoruz" desin yahu! 

29 Ağustos 2010 Pazar Posted by mindcrhyme | 16:11 - 0 yorum

Kocaman devrim.

U17'den beri yıldız

Manisa karşılaşmasından sonra LigTV'de Okan'ı izliyorum... Heyecandan kekeleyen, gülümsemesini gizleyemeyen, Mardinli Alkan ailesinin 18 yaşındaki oğlu Okan... Gökhan Gönül'ün yokluğunda aldığı formayı hak ettiğini cümle aleme ispat etmenin mutluluğu yüzüne kazınmış genç oyuncunun. O gülümsüyor, ben gülümsüyorum, hatta Twitter'ından okuduğumuz kadarıyla Alex gülümsüyor. Maçtan sonra kendisini internetten takip edenler için şu mesajı yolluyor kaptan, "Mutluyum!! Cunku 6 senedir ilk defa altyapidan gelisen bir genc gercek bir sans bularak kariyerine basladi."

"Kocaman'ın devrimi başladı" diye düşünmek istiyor insan. Santos'un yerine başlayan Caner'i yadırgayanınız oldu mu? Artık önümüzdeki zaman, ruhlarını Euro karşılığında kiralayan hayaletlerden ve yeteneksizlerden arınma zamanıdır. Manisa önünde Isaac'i kovalayamayan adamların yerine Dereağzı'ndan çocuklar yerleştirmek, Kocaman'ın bundan sonraki hamlesi olmalıdır. 

Biz taraftar olarak o çocuklara gereken sabrı gösteririz. En nihayetinde savunmacı diye Wagenhaus'ları, forvet diye Güiza'ları, orta saha oyuncusu diye Josico'ları, hoca diye Lorant'ları görmüş bir nesiliz biz. Kendi çocuklarımızı kucaklarız keyifle!


26 Ağustos 2010 Perşembe Posted by mindcrhyme | 15:35 - 2 yorum

Goodbye blue sky, goodbye.

Toplam dört maçta Fenerbahçe futbol takımının Avrupa macerası sona erdi.
Sürpriz mi oldu? Aslında hayır.
Ne kadrosu böyle bir yarışa hazırdı, ne de hazır olmak için bir çabası vardı camianın.
Sezon başı yaşanan teknik direktör krizi, akabinde geciken ve yapılamayan transferler zemini hazırlamıştı zira.
Şimdi herkes Fenerbahçe'nin saha içi kurgusundan, presten, alan daraltmadan, Aykut Kocaman'dan, Alex'ten konuşacak.
Lakin zaman hiç konuşulmayanı bağırmak vaktidir.
Fenerbahçe futbol takımının malzemecisinden sol açığına gözünüzün önüne getirin.
Avrupa'nın dev kulüplerini geçtim, büyük liglerin başaltı takımlarından herhangi biri talip oldu mu kadrodaki herhangi bir oyuncuya?
Yıldırım'ın bize ilk hediyesi, Yaw Preko.
En son Vietnam Ligi'nde görüldü.
Selçuk'u Newcastle bonservis bedeli ödeyerek alır mı?
Villareal gelip birkaç milyon Euro önerir mi Baroni'ye?
Aziz Yıldırım'ın Mehmet Topuz'a ödediği parayı Wolfsburg Yıldırım'a verir mi?
Son iki sezonda İtalyan'larla flört eden bir Lugano var, kimseden Fenerbahçe'den aldığı parayı bulamadığı için kürkçü dükkanına dönüyor.
Emre'yi yeniden isterler mi Premier League'den? Alex buradan çıkıp İtalya'da oynayabilir mi? Niang daha iyi bir emekli ikramiyesi yakalayabilir miydi? Chelsea'nin istemediği Stoch'la mı Chelsea seviyesinde top oynayacaksınız? 
Eskilerden Tuncay Mancheter United diye çıktı yola, o da Stoke'ta kümede kalmaya oynuyor. Bir evvelki takımı düşmüştü hatırlarsınız.
Bu kadro ikinci sınıf futbolculardan kuruludur.
Bu yönetim, ikinci sınıf futbolculara ömürlerinde asla kazanamayacakları paralar ödemektedir. 
Bu yönetim bunu yıllardır yapmaktadır.
Aziz Yıldırım yönetimi, yalnızca iki oyuncudan para kazanmıştır.
Biri, Toshack'ın sayesinde Real'e aparılan Baliç,
diğeri de Ali Şen'in aldığı Jay Jay Okocha.
Bir daha da piyasa değeri yükselen bir tek oyuncu adım atmamıştır Şükrü Saraçoğlu Stadı'na.
Yarın öbür gün yalnızca Gökhan Gönül'ü ve belki Volkan'ı görürüz yurt dışında oynarken.
Onlara da bonservis bedeli ödemez kimse.
...
Aziz Yıldırım 4 kez şampiyonluk gördü yönetimi boyunca. Lakin Türkiye Kupası'nda alay konusu oldu.
Bir kez, o da sonradan kovduğu Zico'nun takımıyla Şampiyonlar Ligi çeyrek finalini yaşadı.
12 yıldır tek adam.
Başka?
12 yılda 11 teknik direktör kovdu.
Transfere yüz milyonlarca Euro döktü.
Yönetimde birlikte çalıştığı insanlarla ters düştü, basınla ters düştü, ligdeki diğer takımların tamamıyla ters düştü.
Bu güne dek yaptıklarını inkar edecek değilim, en azından evime giderken her gün o muhteşem stadın önünden geçiyorum.
Ama bu demek değildir ki Yıldırım'dan başka kimse bu bayındırlık hamlelerini yapmayacaktı.
Müteahhitlik damarı kuvvetli bir yönetici mutlaka ortaya çıkardı; ama iki sene önce, ama üç sene geç.
Stad yapılırdı yapılmasına da, futbolda sokağa atılan 12 sene geri gelmez.
hala ezbere saydığım 1988-89 kadrosu.
32 yaşındayım ve 6 şampiyonluk gördüm ben. Son on yıldaki devasa gelirlere, muhteşem stada, akıl mantıkla açıklanmayan taraftar desteğine rağmen...
Karşıyaka Anadolu'dan sınıf arkadaşım, kadim Galatasaraylı dostum Barış ise 1989'dan bu yana bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finali, bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finali, dokuz lig şampiyonluğu, altı tane de Türkiye Kupası sevinci yaşamış.

Ortada Fenerbahçe adına bir başarısızlık varsa, ki var, kovulan 11 teknik direktörden başka bu başarısızlığı sahiplenecek insan yok mu kulüpte?


Gerçekten, yok mu?

25 Ağustos 2010 Çarşamba Posted by mindcrhyme | 05:04 - 0 yorum

Budur bizim standardımız.

Basketbol Federasyonu Başkanı Demirel, ''Bizim yapacağımız açılış töreni bundan sonraki açılışlar için yeni bir standart getirecek.'' dedi.
Ne için söyledi bunu?
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'nı düzenliyoruz ya, onun için.
Törende kim var?
Müslüm Gürses.
......
Daha fazla bir şey yazmaya gerek var mı?
18 yıldır Türk basketbolunu yöneten kafanın ''evrensel standardı'' Müslüm Gürses'tir.
Bu spor bu ülkede ''arabesk'' bir kafaya emanettir.
Türkiye'den çıkma arabesk, bizim topraklar haricinde bir de Arap illerinde çok dinlenir.
İbrahim Tatlıses'e, Sibel Can'a filan İran'da, Irak'ta Michael Jackson, Madonna muamelesi yaparlar misal.
Bizim ''basketbol kafası'' da anca Şark'ta muteberdir.


Nokta.





22 Ağustos 2010 Pazar Posted by mindcrhyme | 16:41 - 0 yorum

Rijkaard kadar adam satmayı seven yaratık görmedim.

Saat sabaha karşı 01.54. Uykusu kaçmış bir insan olarak Telegol izliyorum. Galatasaray Bursa'ya kaybetmiş, bu sebeple de Telegol ekibine gün doğmuş. Ahmet Çakar, Erman Toroğlu, Ziya Şengül, Gökmen Özdenak ve "kaptan" Serhat Ulueren'den oluşan kadro, stüdyonun ortasına giyotini kurmuşlar. Galatasaray başkanından yönetim kuruluna, topçulardan Rijkaard'a kelle alımı başlamış. Daha sezonun ikinci haftası ama olsun, rating'in günahı olmaz. Salla gitsin, nasıl olsa kimse hatırlamaz... 
Fakat, ne olduysa saat 01.54'te oldu işte. Ahmet Çakar şirazeyi kaçırdı ve ağzından başlıkta okuduğunuz sözler döküldü. Oyunculuğu döneminde Hollanda ile bir Avrupa Şampiyonluğu, Ajax ile beş, Milan'la iki kez lig şampiyonluğu, kulüpler bazında en büyüğünden toplam sekiz kupa görmüş, hocalığında iki kez İspanya ligini, bir kez de Şampiyonlar Ligi'ni kazanmış bir futbol efsanesine "yaratık" dedi Çakar. Bir insanı eleştirmek başka bir şey, ama alenen hakaret etmek? Diyebilirsiniz ki, "aman ne olacak, ilk defa mı yapıyor?". Tabi ki hayır, sonuçta Pele'ye "yancı" demiş bir insandan bahsediyoruz. Ama daha sezonun ikinci haftasında eleştiri baremini "yaratık" seviyesine çekmek bambaşka bir ruh hali olsa gerek. Önümüzdeki haftalarda nelere şahit olacağımızın da sinyalidir bu. Sanırım Erman Toroğlu'nun programa katılması biraz gerdi kendisini, ama öne çıkmanın formülü alçaktan uçmak mıdır?
Hocam pardon ama, gezegenin herhangi bir noktasında Rijkaard'la beraber rastgele bir çorbacıya girseniz, sırf Rijkaard'ın hatrına hesap mesap ödemezsiniz. Sizi ise benim jenerasyonum 30 sene sonra nasıl hatırlayacak, hiç düşündünüz mü bunu?
Bir adam kamera karşısında bu kadar mı değişir? Akıl alır gibi değil doğrusu...

Posted by mindcrhyme | 12:47 - 0 yorum

Bize göre futbol böyle!

yaratıcı eylemdi, hakkını yememeli
Beşiktaş yönetiminin kabus gibi geçen geçmiş sezonu unutturmak adına ilk planlı eylemi, olaylı "federasyona siyah çelenk bırakma" eylemiydi. Beşiktaş camiasını galeyana getiren, kendilerine göz göre göre haksızlık yaptığını iddia ettikleri federasyon ve organları hala görevde oysa. Akıl alan transferler ve ligin başı olmasından mütevellit, şimdilik pek hakemlerden söz etmiyor siyah beyazlı kodamanlar.
Nev-i şahsına münhasır bir insan
Bu sezona ise tribünleri galeyana getirerek başladı yönetim. Teknik patron olarak "Sarı Melek" Schuster'i seçen Beşiktaş'ta, depremi yaratan hiç kuşku yok ki Ricardo Quaresma oldu. Real'in demirbaşı Guti'nin takıma katılması ise öforiye sürükledi taraftarı. Şimdilerde ise Robinho'nun adı zikredilmekte. Yüzlerce milyon dolarlık naklen yayın gelirlerinden Beşiktaş'ın payına düşen paranın gideceği yer belli şimdiden. Hatta o para da yetmeyecek ki basında başkan Demirören'in ekstra kaynak arayışında olduğu yazılıyor. Neyse, vardır büyüklerimizin bir bildiği demek lazım.
Lazım da, o "bildikleri" nedir acaba? Bu kadar para harcamanın bir sebebi olmalı. Türkiye ligi şampiyonluğu mu? Bursaspor'un, İstanbul büyüklerinin onda biri kadar bütçesiyle şampiyon olması gerçeği hala taze. Domestik başarılar için bu kadar para harcanmasına lüzum yok yani. Avrupa'da başarı olabilir mi bu motivasyonun temeli?
Anlı şanlı futbol tarihimize dönüp baktığınızda Galatasaray'ın UEFA şampiyonluğu ve ardından müzesine götürdüğü Süper Kupa geçmişimizin en güzel anları. Bu başarıyı tekrar etmek istemiş olabilir mi Demirören yönetimi? Gerçekten de, 3 tane transferle Avrupa'nın kalbur üstü kulüpleri seviyesine yetişti mi Beşiktaş? Bu kadar kolay mıydı Avrupalı olmak? Bu işlerin böyle yürümediğini başkan da biliyor elbette, basın da. Ama telaffuz eden yok.
Nasıl geçen sezonun tüm günahını futbol federasyonuna yüklediyse Beşiktaş, cilalı transferle bu kez topu Schuster'in kucağına bırakmıştır. Ligde ve Avrupa'da yaşanacak olası kötü sonuçların ardından Demirören'in gözyaşları içinde, "daha ne yapsaydım" diyerek verdiği röportajlarını okuyacağız. Teknik direktörün kellesi alınacak, zaten boğazına kadar başkanına borçlu olan Beşiktaş ise bir kez daha sil baştan yapacak. Hiç kimse "başkan, kendi şirketinde üst üste 2 sene zarar eden genel müdürü koltuğunda tutar mısın?" diye sormayacak. Bundan birkaç ay evvel "yeter Demirören yeter" diye bağıran "cefakar" taraftar ise büyük başkanı alkışlayıp teknik direktörü kovalayacak.
Diğer kulüplerde farklı mı işliyor bu senaryo? Hayır, değiştirin isim ve renkleri, anlamını kaybetmez yazı. Ancak değişmeyen tek şey, bizim her sene aynı senaryoyu izlemek zorunda oluşumuz. Şu gezegenin futbol ortamında bizi bizden başka hiç kimse ciddiye almıyorsa, sebebi bizizdir yahu! Beceremiyoruz bu işleri...
Eğer futbolda para her şeyi çözseydi, petrol zengini Araplar futbolun kralını oynardı, yanlış mıyım?

Posted by mindcrhyme | 11:01 - 0 yorum

i love this game

Vakit geçtiğimiz aralık ayı, Dünya Basketbol Şampiyonası kura çekimleri öncesi federasyon, FIBA üyeleri ve basın için şık bir yemek organize ediyor. Çırağan Sarayı'nın rıhtımından biniyoruz tekneye. Boğazın müthiş görüntüsü eşliğinde herkesle sohbet etme şansımız doğuyor. Başkan Demirel'le de ilk kez bu vesileyle tanışıyorum. Şık, konuklarla ilgilenmesi içten... Neredeyse bütün basketbol camiasına sirayet etmiş "mühim adamım ama aldırmıyorum" havası O'nda da var. "Cool" ama samimi... Ben hepi topu 170 santim çekiyorum boydan, Başkan ise eski basketbolcu. "Bana birkaç dakika ayırabilir misiniz?" diyorum, "elbette" diyor ama ilk önce sorunun nereden geldiğini arıyor, aramızdaki irtifa farkı o kadar büyük!
''Babalar'' ise haddimizi bildirmişti.
İşte Başkan'la ilk ters düşmemiz bu güne rastlar. 2001'deki Avrupa Şampiyonası'nda kazandığımız gümüş madalyadan beri başarımız olmadığından bahsetmiş, 2010'da makus talihimizi yenmek konusunda umutlu olup olmadığını sormuştum oysa ki... Başkan ise gayet net bir şekilde 2006 Japonya'daki 6.'lığın büyük başarı olduğunu söylüyordu. O şampiyonadan benim açımdan tek güzel şey, senelerce bizi şamar oğlanı yapan Litvanya'yı önce grupta, ardından da klasman maçlarında iki kez yenmekti. ''Babalar'' ise haddimizi bildirmişti. Grubumuzu lider tamamlayıp ardından yarı finalde Amerika'nın canına okuyan Yunanistan'a grupta 76-69 kaybettik. Akabinde çeyrek finalde Arjantin çığ olup düşmüştü üzerimize; 83 - 58. Anlaşamadık bu konuda Başkan'la... Yani, eğer biz başarılıysak, o turnuvada ABD'yi yenen Yunanistan ve kupayı kaldıran İspanya'ya hangi sıfatları layık görmek gerekir?
charlize, aşkın diğer adı!
''Oscar'lı oyuncu vardı da biz mi sundurmadık''
Bu ilk tanışmamızın ardından Başkan'la bu kez şampiyonanın kura çekimi organizasyonu ve o ''tilki kılıklı kedi'' maskot yüzünden karşı karşıya geldik. Biz organizasyonu zayıf bulmuş, ''biraz yaratıcılık beyler'' manşetiyle vermiştik haberi. (merak edenler için o günkü yazı http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=13212158) Daha bir kaç hafta evvel 2010 Dünya Futbol Şampiyonası kura çekimlerini izlemiştik çünkü. Güney Afrika, organizasyonu milli gururları, afeti devran Charlize Theron'la renklendirmişti. Kura çekimi, gezegenin her yerinde gazetelerin ilk sayfalarında yer bulmuştu. Biz ise yerel kalmıştık. Başkan bana kızıp Meriç Abi'ye (Tunca) verdiği röportajda, ''Oscar'lı oyuncu vardı da biz mi sundurmadık'' demişti. (o da burada http://www.megabasket.net/haber_izle.asp?no=11820 )
Nasıl oldu?
Şimdi bakınca ''keşke turnuvayla ilgili tek dertlerimiz bunlar olsaymış'' diyor insan. Çok değil, birkaç gün sonra hava atışı yapılacak ve maalesef tüm kamuoyunda milli takımla ilgili derin bir karamsarlık var. Katıldığımız iki özel turnuvada oynadığımız korkunç basketbolu düşününce doğrusu insanın içi ürperiyor. Peki ama bunca yıldır sabırsızlıkla beklediğimiz bu büyük organizasyonda nasıl böyle atıl bir vaziyette yakalandık?
1992 yılından bu yana memleketimizde basketbol oyununun patronu Demirel. 18 yıllık yönetiminde üç büyük başarısı var; 2001 Avrupa Şampiyonası evsahipliğimiz, aynı turnuvada kazandığımız gümüş madalya ve 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası organizasyonu. Milli takımlar düzeyinde 1993'ten beri düzenlenen her Avrupa Şampiyonası'na katılmamız da artılar hanesine yazılmalı. Başkan, 18 yılda milli takımı 6 farklı isme emanet etti. Sırasıyla şimdilerdeki ''düşman kardeşi'' Nur Germen, Çetin Yılmaz, Ercüment Sunter, Erman Kunter, Aydın Örs ve en nihayetinde Bogdan Tanjevic. Son on yılda, milli takım düzeyinde gelmiş geçmiş en ''potansiyelli'' oyuncu havuzuna sahiptik. NBA'de forma giyen Hidayet Türkoğlu, Mehmet Okur, Ersan İlyasova, basketbolu bıraktığında bir Euroleague efsanesi olarak anılacak Mirsad Türkcan, basketbol tarihimizin en önemli skorerlerinden İbrahim Kutluay, Real Madrid'e patronluk etmiş Kerem Tunçeri gibi isimler ilk akla gelenler. Sayısız rol oyuncuyu saymaya bile gerek yok. Bu güç 10 yılda tek bir madalyayla yetinmemeliydi diye düşünmeden edemiyor insan. Neden diye biraz hafızanızı zorlarsanız, Doğan Hakyemez'in hizipçiliğinden Aydın Örs'ün ''eski kafalılığına'', NBA'deki topçuların isteksizliğinden ligin kalitesizliğine pek çok sebep ortaya atıldığını hatırlarsınız. 
Başkan rahat
Ancak gerçek şu; Başkan 18 yıldır çok rahat. Memleketin "ikinci sporu"nu yönetiyorsanız, üzerinizdeki baskı da ikinci sınıf oluyor. Baskıyı oluşturacak medya yok Türkiye'de. Ülkedeki gazetelerin futbol yazan onlarca kalemine karşın her gazetede basketbol yazan sadece 1 kişi istihdam ediliyor. O bir kişilerin çoğu da demode alan savunmasını ya da pick'n roll hücumlarını eleştirmekle yetiniyor. Federasyonun, ligin, kulüplerin yapısal sorunları hiç yer bulmuyor. Gazetelerde her öğlen yapılan sayfa toplantılarında önce İstanbul'un üç takımıyla ilgili haberler derleniyor, habere değer bir mevzu yoksa bile yaratılıyor. İstanbul takımlarından birinin forvetinin burnunda çıkan sivilce, haber değeri olarak basketbolu geride bırakıyor. Televizyonlarda basketbol programı adı altında, yaşları toplamları 1. Meşrutiyet'e dek uzanan isimler önlerindeki istatistik kağıtlarını yorumluyor. Hal böyle olunca da, Başkan'ın üzerinde bir "basın denetimi" olmuyor. 
Şimdi Başkan'a sadece bu şampiyonayı atlatmak kalıyor. Sonuç ne olursa olsun, 12 Eylül'deki kupa töreninden sonra basınımız basketbol defterini kapayacak nasıl olsa. Başkan da huzur içinde görevine devam edecek. 
Churchill'in meşhur sözüyle bağlayalım; "Her millet layık olduğu şekilde yönetilir."
Di mi?