29 Ağustos 2010 Pazar Posted by mindcrhyme | 16:11 - 0 yorum

Kocaman devrim.

U17'den beri yıldız

Manisa karşılaşmasından sonra LigTV'de Okan'ı izliyorum... Heyecandan kekeleyen, gülümsemesini gizleyemeyen, Mardinli Alkan ailesinin 18 yaşındaki oğlu Okan... Gökhan Gönül'ün yokluğunda aldığı formayı hak ettiğini cümle aleme ispat etmenin mutluluğu yüzüne kazınmış genç oyuncunun. O gülümsüyor, ben gülümsüyorum, hatta Twitter'ından okuduğumuz kadarıyla Alex gülümsüyor. Maçtan sonra kendisini internetten takip edenler için şu mesajı yolluyor kaptan, "Mutluyum!! Cunku 6 senedir ilk defa altyapidan gelisen bir genc gercek bir sans bularak kariyerine basladi."

"Kocaman'ın devrimi başladı" diye düşünmek istiyor insan. Santos'un yerine başlayan Caner'i yadırgayanınız oldu mu? Artık önümüzdeki zaman, ruhlarını Euro karşılığında kiralayan hayaletlerden ve yeteneksizlerden arınma zamanıdır. Manisa önünde Isaac'i kovalayamayan adamların yerine Dereağzı'ndan çocuklar yerleştirmek, Kocaman'ın bundan sonraki hamlesi olmalıdır. 

Biz taraftar olarak o çocuklara gereken sabrı gösteririz. En nihayetinde savunmacı diye Wagenhaus'ları, forvet diye Güiza'ları, orta saha oyuncusu diye Josico'ları, hoca diye Lorant'ları görmüş bir nesiliz biz. Kendi çocuklarımızı kucaklarız keyifle!


26 Ağustos 2010 Perşembe Posted by mindcrhyme | 15:35 - 2 yorum

Goodbye blue sky, goodbye.

Toplam dört maçta Fenerbahçe futbol takımının Avrupa macerası sona erdi.
Sürpriz mi oldu? Aslında hayır.
Ne kadrosu böyle bir yarışa hazırdı, ne de hazır olmak için bir çabası vardı camianın.
Sezon başı yaşanan teknik direktör krizi, akabinde geciken ve yapılamayan transferler zemini hazırlamıştı zira.
Şimdi herkes Fenerbahçe'nin saha içi kurgusundan, presten, alan daraltmadan, Aykut Kocaman'dan, Alex'ten konuşacak.
Lakin zaman hiç konuşulmayanı bağırmak vaktidir.
Fenerbahçe futbol takımının malzemecisinden sol açığına gözünüzün önüne getirin.
Avrupa'nın dev kulüplerini geçtim, büyük liglerin başaltı takımlarından herhangi biri talip oldu mu kadrodaki herhangi bir oyuncuya?
Yıldırım'ın bize ilk hediyesi, Yaw Preko.
En son Vietnam Ligi'nde görüldü.
Selçuk'u Newcastle bonservis bedeli ödeyerek alır mı?
Villareal gelip birkaç milyon Euro önerir mi Baroni'ye?
Aziz Yıldırım'ın Mehmet Topuz'a ödediği parayı Wolfsburg Yıldırım'a verir mi?
Son iki sezonda İtalyan'larla flört eden bir Lugano var, kimseden Fenerbahçe'den aldığı parayı bulamadığı için kürkçü dükkanına dönüyor.
Emre'yi yeniden isterler mi Premier League'den? Alex buradan çıkıp İtalya'da oynayabilir mi? Niang daha iyi bir emekli ikramiyesi yakalayabilir miydi? Chelsea'nin istemediği Stoch'la mı Chelsea seviyesinde top oynayacaksınız? 
Eskilerden Tuncay Mancheter United diye çıktı yola, o da Stoke'ta kümede kalmaya oynuyor. Bir evvelki takımı düşmüştü hatırlarsınız.
Bu kadro ikinci sınıf futbolculardan kuruludur.
Bu yönetim, ikinci sınıf futbolculara ömürlerinde asla kazanamayacakları paralar ödemektedir. 
Bu yönetim bunu yıllardır yapmaktadır.
Aziz Yıldırım yönetimi, yalnızca iki oyuncudan para kazanmıştır.
Biri, Toshack'ın sayesinde Real'e aparılan Baliç,
diğeri de Ali Şen'in aldığı Jay Jay Okocha.
Bir daha da piyasa değeri yükselen bir tek oyuncu adım atmamıştır Şükrü Saraçoğlu Stadı'na.
Yarın öbür gün yalnızca Gökhan Gönül'ü ve belki Volkan'ı görürüz yurt dışında oynarken.
Onlara da bonservis bedeli ödemez kimse.
...
Aziz Yıldırım 4 kez şampiyonluk gördü yönetimi boyunca. Lakin Türkiye Kupası'nda alay konusu oldu.
Bir kez, o da sonradan kovduğu Zico'nun takımıyla Şampiyonlar Ligi çeyrek finalini yaşadı.
12 yıldır tek adam.
Başka?
12 yılda 11 teknik direktör kovdu.
Transfere yüz milyonlarca Euro döktü.
Yönetimde birlikte çalıştığı insanlarla ters düştü, basınla ters düştü, ligdeki diğer takımların tamamıyla ters düştü.
Bu güne dek yaptıklarını inkar edecek değilim, en azından evime giderken her gün o muhteşem stadın önünden geçiyorum.
Ama bu demek değildir ki Yıldırım'dan başka kimse bu bayındırlık hamlelerini yapmayacaktı.
Müteahhitlik damarı kuvvetli bir yönetici mutlaka ortaya çıkardı; ama iki sene önce, ama üç sene geç.
Stad yapılırdı yapılmasına da, futbolda sokağa atılan 12 sene geri gelmez.
hala ezbere saydığım 1988-89 kadrosu.
32 yaşındayım ve 6 şampiyonluk gördüm ben. Son on yıldaki devasa gelirlere, muhteşem stada, akıl mantıkla açıklanmayan taraftar desteğine rağmen...
Karşıyaka Anadolu'dan sınıf arkadaşım, kadim Galatasaraylı dostum Barış ise 1989'dan bu yana bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finali, bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finali, dokuz lig şampiyonluğu, altı tane de Türkiye Kupası sevinci yaşamış.

Ortada Fenerbahçe adına bir başarısızlık varsa, ki var, kovulan 11 teknik direktörden başka bu başarısızlığı sahiplenecek insan yok mu kulüpte?


Gerçekten, yok mu?

25 Ağustos 2010 Çarşamba Posted by mindcrhyme | 05:04 - 0 yorum

Budur bizim standardımız.

Basketbol Federasyonu Başkanı Demirel, ''Bizim yapacağımız açılış töreni bundan sonraki açılışlar için yeni bir standart getirecek.'' dedi.
Ne için söyledi bunu?
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'nı düzenliyoruz ya, onun için.
Törende kim var?
Müslüm Gürses.
......
Daha fazla bir şey yazmaya gerek var mı?
18 yıldır Türk basketbolunu yöneten kafanın ''evrensel standardı'' Müslüm Gürses'tir.
Bu spor bu ülkede ''arabesk'' bir kafaya emanettir.
Türkiye'den çıkma arabesk, bizim topraklar haricinde bir de Arap illerinde çok dinlenir.
İbrahim Tatlıses'e, Sibel Can'a filan İran'da, Irak'ta Michael Jackson, Madonna muamelesi yaparlar misal.
Bizim ''basketbol kafası'' da anca Şark'ta muteberdir.


Nokta.





22 Ağustos 2010 Pazar Posted by mindcrhyme | 16:41 - 0 yorum

Rijkaard kadar adam satmayı seven yaratık görmedim.

Saat sabaha karşı 01.54. Uykusu kaçmış bir insan olarak Telegol izliyorum. Galatasaray Bursa'ya kaybetmiş, bu sebeple de Telegol ekibine gün doğmuş. Ahmet Çakar, Erman Toroğlu, Ziya Şengül, Gökmen Özdenak ve "kaptan" Serhat Ulueren'den oluşan kadro, stüdyonun ortasına giyotini kurmuşlar. Galatasaray başkanından yönetim kuruluna, topçulardan Rijkaard'a kelle alımı başlamış. Daha sezonun ikinci haftası ama olsun, rating'in günahı olmaz. Salla gitsin, nasıl olsa kimse hatırlamaz... 
Fakat, ne olduysa saat 01.54'te oldu işte. Ahmet Çakar şirazeyi kaçırdı ve ağzından başlıkta okuduğunuz sözler döküldü. Oyunculuğu döneminde Hollanda ile bir Avrupa Şampiyonluğu, Ajax ile beş, Milan'la iki kez lig şampiyonluğu, kulüpler bazında en büyüğünden toplam sekiz kupa görmüş, hocalığında iki kez İspanya ligini, bir kez de Şampiyonlar Ligi'ni kazanmış bir futbol efsanesine "yaratık" dedi Çakar. Bir insanı eleştirmek başka bir şey, ama alenen hakaret etmek? Diyebilirsiniz ki, "aman ne olacak, ilk defa mı yapıyor?". Tabi ki hayır, sonuçta Pele'ye "yancı" demiş bir insandan bahsediyoruz. Ama daha sezonun ikinci haftasında eleştiri baremini "yaratık" seviyesine çekmek bambaşka bir ruh hali olsa gerek. Önümüzdeki haftalarda nelere şahit olacağımızın da sinyalidir bu. Sanırım Erman Toroğlu'nun programa katılması biraz gerdi kendisini, ama öne çıkmanın formülü alçaktan uçmak mıdır?
Hocam pardon ama, gezegenin herhangi bir noktasında Rijkaard'la beraber rastgele bir çorbacıya girseniz, sırf Rijkaard'ın hatrına hesap mesap ödemezsiniz. Sizi ise benim jenerasyonum 30 sene sonra nasıl hatırlayacak, hiç düşündünüz mü bunu?
Bir adam kamera karşısında bu kadar mı değişir? Akıl alır gibi değil doğrusu...

Posted by mindcrhyme | 12:47 - 0 yorum

Bize göre futbol böyle!

yaratıcı eylemdi, hakkını yememeli
Beşiktaş yönetiminin kabus gibi geçen geçmiş sezonu unutturmak adına ilk planlı eylemi, olaylı "federasyona siyah çelenk bırakma" eylemiydi. Beşiktaş camiasını galeyana getiren, kendilerine göz göre göre haksızlık yaptığını iddia ettikleri federasyon ve organları hala görevde oysa. Akıl alan transferler ve ligin başı olmasından mütevellit, şimdilik pek hakemlerden söz etmiyor siyah beyazlı kodamanlar.
Nev-i şahsına münhasır bir insan
Bu sezona ise tribünleri galeyana getirerek başladı yönetim. Teknik patron olarak "Sarı Melek" Schuster'i seçen Beşiktaş'ta, depremi yaratan hiç kuşku yok ki Ricardo Quaresma oldu. Real'in demirbaşı Guti'nin takıma katılması ise öforiye sürükledi taraftarı. Şimdilerde ise Robinho'nun adı zikredilmekte. Yüzlerce milyon dolarlık naklen yayın gelirlerinden Beşiktaş'ın payına düşen paranın gideceği yer belli şimdiden. Hatta o para da yetmeyecek ki basında başkan Demirören'in ekstra kaynak arayışında olduğu yazılıyor. Neyse, vardır büyüklerimizin bir bildiği demek lazım.
Lazım da, o "bildikleri" nedir acaba? Bu kadar para harcamanın bir sebebi olmalı. Türkiye ligi şampiyonluğu mu? Bursaspor'un, İstanbul büyüklerinin onda biri kadar bütçesiyle şampiyon olması gerçeği hala taze. Domestik başarılar için bu kadar para harcanmasına lüzum yok yani. Avrupa'da başarı olabilir mi bu motivasyonun temeli?
Anlı şanlı futbol tarihimize dönüp baktığınızda Galatasaray'ın UEFA şampiyonluğu ve ardından müzesine götürdüğü Süper Kupa geçmişimizin en güzel anları. Bu başarıyı tekrar etmek istemiş olabilir mi Demirören yönetimi? Gerçekten de, 3 tane transferle Avrupa'nın kalbur üstü kulüpleri seviyesine yetişti mi Beşiktaş? Bu kadar kolay mıydı Avrupalı olmak? Bu işlerin böyle yürümediğini başkan da biliyor elbette, basın da. Ama telaffuz eden yok.
Nasıl geçen sezonun tüm günahını futbol federasyonuna yüklediyse Beşiktaş, cilalı transferle bu kez topu Schuster'in kucağına bırakmıştır. Ligde ve Avrupa'da yaşanacak olası kötü sonuçların ardından Demirören'in gözyaşları içinde, "daha ne yapsaydım" diyerek verdiği röportajlarını okuyacağız. Teknik direktörün kellesi alınacak, zaten boğazına kadar başkanına borçlu olan Beşiktaş ise bir kez daha sil baştan yapacak. Hiç kimse "başkan, kendi şirketinde üst üste 2 sene zarar eden genel müdürü koltuğunda tutar mısın?" diye sormayacak. Bundan birkaç ay evvel "yeter Demirören yeter" diye bağıran "cefakar" taraftar ise büyük başkanı alkışlayıp teknik direktörü kovalayacak.
Diğer kulüplerde farklı mı işliyor bu senaryo? Hayır, değiştirin isim ve renkleri, anlamını kaybetmez yazı. Ancak değişmeyen tek şey, bizim her sene aynı senaryoyu izlemek zorunda oluşumuz. Şu gezegenin futbol ortamında bizi bizden başka hiç kimse ciddiye almıyorsa, sebebi bizizdir yahu! Beceremiyoruz bu işleri...
Eğer futbolda para her şeyi çözseydi, petrol zengini Araplar futbolun kralını oynardı, yanlış mıyım?

Posted by mindcrhyme | 11:01 - 0 yorum

i love this game

Vakit geçtiğimiz aralık ayı, Dünya Basketbol Şampiyonası kura çekimleri öncesi federasyon, FIBA üyeleri ve basın için şık bir yemek organize ediyor. Çırağan Sarayı'nın rıhtımından biniyoruz tekneye. Boğazın müthiş görüntüsü eşliğinde herkesle sohbet etme şansımız doğuyor. Başkan Demirel'le de ilk kez bu vesileyle tanışıyorum. Şık, konuklarla ilgilenmesi içten... Neredeyse bütün basketbol camiasına sirayet etmiş "mühim adamım ama aldırmıyorum" havası O'nda da var. "Cool" ama samimi... Ben hepi topu 170 santim çekiyorum boydan, Başkan ise eski basketbolcu. "Bana birkaç dakika ayırabilir misiniz?" diyorum, "elbette" diyor ama ilk önce sorunun nereden geldiğini arıyor, aramızdaki irtifa farkı o kadar büyük!
''Babalar'' ise haddimizi bildirmişti.
İşte Başkan'la ilk ters düşmemiz bu güne rastlar. 2001'deki Avrupa Şampiyonası'nda kazandığımız gümüş madalyadan beri başarımız olmadığından bahsetmiş, 2010'da makus talihimizi yenmek konusunda umutlu olup olmadığını sormuştum oysa ki... Başkan ise gayet net bir şekilde 2006 Japonya'daki 6.'lığın büyük başarı olduğunu söylüyordu. O şampiyonadan benim açımdan tek güzel şey, senelerce bizi şamar oğlanı yapan Litvanya'yı önce grupta, ardından da klasman maçlarında iki kez yenmekti. ''Babalar'' ise haddimizi bildirmişti. Grubumuzu lider tamamlayıp ardından yarı finalde Amerika'nın canına okuyan Yunanistan'a grupta 76-69 kaybettik. Akabinde çeyrek finalde Arjantin çığ olup düşmüştü üzerimize; 83 - 58. Anlaşamadık bu konuda Başkan'la... Yani, eğer biz başarılıysak, o turnuvada ABD'yi yenen Yunanistan ve kupayı kaldıran İspanya'ya hangi sıfatları layık görmek gerekir?
charlize, aşkın diğer adı!
''Oscar'lı oyuncu vardı da biz mi sundurmadık''
Bu ilk tanışmamızın ardından Başkan'la bu kez şampiyonanın kura çekimi organizasyonu ve o ''tilki kılıklı kedi'' maskot yüzünden karşı karşıya geldik. Biz organizasyonu zayıf bulmuş, ''biraz yaratıcılık beyler'' manşetiyle vermiştik haberi. (merak edenler için o günkü yazı http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=13212158) Daha bir kaç hafta evvel 2010 Dünya Futbol Şampiyonası kura çekimlerini izlemiştik çünkü. Güney Afrika, organizasyonu milli gururları, afeti devran Charlize Theron'la renklendirmişti. Kura çekimi, gezegenin her yerinde gazetelerin ilk sayfalarında yer bulmuştu. Biz ise yerel kalmıştık. Başkan bana kızıp Meriç Abi'ye (Tunca) verdiği röportajda, ''Oscar'lı oyuncu vardı da biz mi sundurmadık'' demişti. (o da burada http://www.megabasket.net/haber_izle.asp?no=11820 )
Nasıl oldu?
Şimdi bakınca ''keşke turnuvayla ilgili tek dertlerimiz bunlar olsaymış'' diyor insan. Çok değil, birkaç gün sonra hava atışı yapılacak ve maalesef tüm kamuoyunda milli takımla ilgili derin bir karamsarlık var. Katıldığımız iki özel turnuvada oynadığımız korkunç basketbolu düşününce doğrusu insanın içi ürperiyor. Peki ama bunca yıldır sabırsızlıkla beklediğimiz bu büyük organizasyonda nasıl böyle atıl bir vaziyette yakalandık?
1992 yılından bu yana memleketimizde basketbol oyununun patronu Demirel. 18 yıllık yönetiminde üç büyük başarısı var; 2001 Avrupa Şampiyonası evsahipliğimiz, aynı turnuvada kazandığımız gümüş madalya ve 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası organizasyonu. Milli takımlar düzeyinde 1993'ten beri düzenlenen her Avrupa Şampiyonası'na katılmamız da artılar hanesine yazılmalı. Başkan, 18 yılda milli takımı 6 farklı isme emanet etti. Sırasıyla şimdilerdeki ''düşman kardeşi'' Nur Germen, Çetin Yılmaz, Ercüment Sunter, Erman Kunter, Aydın Örs ve en nihayetinde Bogdan Tanjevic. Son on yılda, milli takım düzeyinde gelmiş geçmiş en ''potansiyelli'' oyuncu havuzuna sahiptik. NBA'de forma giyen Hidayet Türkoğlu, Mehmet Okur, Ersan İlyasova, basketbolu bıraktığında bir Euroleague efsanesi olarak anılacak Mirsad Türkcan, basketbol tarihimizin en önemli skorerlerinden İbrahim Kutluay, Real Madrid'e patronluk etmiş Kerem Tunçeri gibi isimler ilk akla gelenler. Sayısız rol oyuncuyu saymaya bile gerek yok. Bu güç 10 yılda tek bir madalyayla yetinmemeliydi diye düşünmeden edemiyor insan. Neden diye biraz hafızanızı zorlarsanız, Doğan Hakyemez'in hizipçiliğinden Aydın Örs'ün ''eski kafalılığına'', NBA'deki topçuların isteksizliğinden ligin kalitesizliğine pek çok sebep ortaya atıldığını hatırlarsınız. 
Başkan rahat
Ancak gerçek şu; Başkan 18 yıldır çok rahat. Memleketin "ikinci sporu"nu yönetiyorsanız, üzerinizdeki baskı da ikinci sınıf oluyor. Baskıyı oluşturacak medya yok Türkiye'de. Ülkedeki gazetelerin futbol yazan onlarca kalemine karşın her gazetede basketbol yazan sadece 1 kişi istihdam ediliyor. O bir kişilerin çoğu da demode alan savunmasını ya da pick'n roll hücumlarını eleştirmekle yetiniyor. Federasyonun, ligin, kulüplerin yapısal sorunları hiç yer bulmuyor. Gazetelerde her öğlen yapılan sayfa toplantılarında önce İstanbul'un üç takımıyla ilgili haberler derleniyor, habere değer bir mevzu yoksa bile yaratılıyor. İstanbul takımlarından birinin forvetinin burnunda çıkan sivilce, haber değeri olarak basketbolu geride bırakıyor. Televizyonlarda basketbol programı adı altında, yaşları toplamları 1. Meşrutiyet'e dek uzanan isimler önlerindeki istatistik kağıtlarını yorumluyor. Hal böyle olunca da, Başkan'ın üzerinde bir "basın denetimi" olmuyor. 
Şimdi Başkan'a sadece bu şampiyonayı atlatmak kalıyor. Sonuç ne olursa olsun, 12 Eylül'deki kupa töreninden sonra basınımız basketbol defterini kapayacak nasıl olsa. Başkan da huzur içinde görevine devam edecek. 
Churchill'in meşhur sözüyle bağlayalım; "Her millet layık olduğu şekilde yönetilir."
Di mi?